Geçen hafta bu vakitler, açlık grevlerini sona
erdirecek önemli işaretler arka arkaya geliyordu. Doğrudan temaslar, yapıcı
mesajlar, bu yöndeki beklentileri bir hayli yükseltmişti.
Sadullah Ergin’in çabalarına ve Bülent Arınç’ın açıklamalarına, Selahattin
Demirtaş’tan ve KCK Yürütme Konseyi’nden olumlu karşılık gelmişti. “Çözüm” için
şartlar olgunlaşmıştı sanki.
Hükümet cenahından gelen açıklamalarda, “anadilinde
savunma hakkı”nı tanıyan düzenlemenin kısa zamanda gerçekleşeceği, Öcalan’a
uygulanan tecridin kaldırılması için de “makul bir yol haritası” üzerinde
mutabakat sağlanabileceği mesajları vardı.
BDP ve KCK kanadının açıklamalarına da, bu
çerçevenin açlık grevlerini sona erdirmek bakımından kabul edilebilir bulunduğu
havası hâkimdi.
Evet, çözüm çok yakındı, her şey hazır görünüyordu.
Geriye bir “küçük ayrıntı” kalmıştı: Yurtdışı gezisinde bulunan Başbakan’ın
ülkeye dönmesi ve “tamam” demesi.
Belki ben fazla iyimser bakıyorumdur, ama
görebildiğim kadarıyla Başbakan’ın yukarıdaki çerçeveye uygun mesajlar vermesi,
öncelikle havayı yumuşatacak ve çok büyük ihtimalle açlık grevlerini sona
erdirmenin kapılarını ardına kadar açacaktı.
Başbakan döndü, ama o kelimeyi söylemedi. Bu bir
yana, gerilimi körükleyen, sorunu akut hâle getirecek sözler sarf etti. Daha
ülkeye dönmeden idam meselesini daha da hararetlendirerek gündemde tuttu, açlık
grevlerindekileri aşağılayan ve tahrik eden üslubunu sürdürdü.
Daha önce sayısız kez olduğu gibi, yine bir
“çözüm”ün eşiğinden büyük bir “kriz”in kıyısına savrulduk. Bu “kriz”in de,
öncekiler gibi, yeni “kırılmalar” yaratması ihtimali maalesef çok yüksek.
Peki, Başbakan, neden “tamam” demedi?
Bu sorunun cevabını, başkanlık sistemi ve
cumhurbaşkanlığı seçimi gibi hesapların ötesinde ya da daha derinlerde aramak lazım.
Anahtar kelime ise, “kibir”dir bence.
Çok söylendi, ben de birkaç kere yazdım, Başbakan,
iktidardan bir şey talep edilmesinden ve iktidara itiraz edilmesinden hiç
hoşlanmayan bir siyaset ve yönetim anlayışına sahip.
Bu anlayış, Kemalist zihniyetin kodlarıyla birebir
örtüşüyor. Memleketin siyasal kültürüne derin bir şekilde nüfuz etmiş olan bu
zihniyet, demokratik siyasetin ve toplumsal demokratikleşmenin önündeki en
büyük engellerdendir.
Topluma tepeden bakan devlet zihniyetidir bu. Toplum
için neyin iyi neyin kötü olduğuna, ancak devletin karar verebileceğini
varsayan paternalist bir yönetim tarzıdır bu.
En basit talepler karşısında bile hırçınlaşan
yöneticiler, bu zihniyetin beşiğinde yetişiyorlar. Geçmiş dönemlerdeki tüm
iktidar sahipleri bu kibirden nasiplenmişlerdir. Fakat en çok, Kemalist
devletin iktidar aygıtının temelini oluşturan asker ve sivil bürokraside temsil
ediliyordu bu zihniyet.
Başbakan’ın neredeyse mükemmelen sürdürdüğü bu
geleneğin toplumsal talepler ve itirazlar karşısındaki tavrının özeti şudur:
“Siz talep ederseniz ve talep ettiğiniz için vermem; ben istediğim için,
istediğim zaman ve istediğim biçimde veririm.”
Kürtler sözkonusu olduğunda, bu “iktidar kibri”ne
bir de “hâkim millet kibri” ekleniyor. Birincisi “siyasal kibir”, ikincisi ise
“milli kibir”.
Bütün toplumsal talepler karşısında az ya da çok
sinirlenen muktedirler, talepler Kürtlerden gelince adeta sinir krizine
kapılıyorlar.
Açlık grevleri misalinde, “siyasal kibir”den
kaynaklanan tepki, daha ziyade iktidardaki siyasetten yana olanlarda
gözlenirken; “milli kibir”den kaynaklanan refleks, “millet sathı”nda ciddi bir
yayılma gösteriyor.
İktidara azılı bir düşmanlık besleyenlerin bile,
açlık grevcilerine ve onların şahsında Kürtlere öfke ve nefret kusmaları, milli
kibrin bir yansıması değil midir sizce?
Hatta iktidarın, “ihsan ve lütuf” anlayışıyla
yaptığı her icraatı, Kürt sorununun çözümünde büyük hamle olarak sunmak da,
gizli bir milli kibrin ifadesi olamaz mı? Bu tutum, Kürtlere “tamam işte,
haklarınız gerektiğinde ve gerektiği kadar tanınıyor ve tanınacak, ne diye
mızmızlanıyorsunuz” demek anlamına gelmiyor mu?
Dünyanın herhangi bir yerindeki açlık grevlerini
değerlendirmek için kullanılan ölçütleri, Kürtler ve onların siyasal
temsilcileri açlık grevi yapınca bir kenara bırakmayı nasıl açıklayabiliriz?
Mesela İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevi
yapınca, buna “hak mücadelesi”, “haklı direniş” diyenler; neden Kürtlerin açlık
grevini “şantaj” olarak niteliyorlar?
Açlık grevleri karşısında, küresel hak örgütlerinin
ve demokratik çevrelerin önerdiği “diyalogla çözüm” yöntemi, neden bu
topraklarda itibar görmüyor? Bu yöntemi savunmak için, açlık grevlerini bir hak
arama yolu olarak kabul etmenin şart olmadığını neden kavrayamıyoruz? Bu yöntemi
benimsemenin, açlık grevleriyle her türlü talebin dayatılabileceğini onaylamak
anlamına da gelmediğini neden anlayamıyoruz?
Şu basit soruya tutarlı ve inandırıcı bir cevap
verelim: Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevlerine başlayınca, hemen Mısır
yönetiminden arabuluculuk isteyen ve diyalogu derinleştiren, sorunu da,
grevlerin dördüncü haftası dolarken anlaşma yoluyla çözen İsrail devletinin
yaptığını yapmak niye bu kadar zor geliyor?
“Bir hakkı Kürtler talep ettiği için tanırsak, iyice azarlar, hep daha
fazlasını isterler” veya “Kürtler de kim oluyor ki hak talep ediyorlar”
şeklindeki “milli hissiyat”ın, bu toplumun siyasal hayatını ne kadar
belirlediğini her olay karşısında yeniden ve yeniden sorgulamak, bugünü
kurtarmamız ve geleceği demokratik değerler üstüne inşa etmemiz için iyi olur
bence...
Taraf 14.11.2012